YIPRANMIŞ KİTAP

 


Evin yolunu zor buldum yine çalışmaktan diye düşündü Zeynep. Derin bir nefes alırken kendini geniş ve rahat koltukta geriye doğru bıraktı. Hiç durmadan, nefes almadan çalışmak hem bedenini hem zihnini fazlasıyla yormuştu. “Bir kahve molası versem…" diye düşündü. Kahve almaya giderken, arkadaşının masasının üzerinde yıpranmış eski bir kitap gözüne çarptı. Eline aldı ve sayfaları çevirmeye başladı. Kitabın kokusu onu çocukluğunun geçtiği köye, doğup büyüdüğü eve götürdü. Yıllarca büyük şehirlere gitme hayallerini kurduğu o küçük eve… 
Sayfaları çevirirken anıları hatırladı. İlk olarak saatlerce yürüyerek gittiği köydeki ilkokulu geldi gözünün önüne. İlkokul öğretmeninin sorduğu soru;
“Kimler okuyup, meslek sahibi olacak?”
İmkânsızlıklarını bildiği için boynunu eğip cevap bile veremediği o an… 
Zaman ne çabuk geçmişti. Unutmuştu o günleri, belki de unutmak istemişti. Şimdi o kadar çok çalışıyordu ki artık dün ne yaşadığını unutuyordu.
"Annemi, babamı da çok ihmal ettim." diye düşündü. Ama zaman bulamaması boşuna değildi. Kendi kızlarına en iyi imkânları sunabilmek için yıllardır gece gündüz demeden eşiyle birlikte çalışıyorlardı. “Onlar bizim gibi zorluk çekmesin” diye düşünüyorlardı.
Onlar ne zorluklarla okumuştu. Köyde o dumanı tüten sobanın başında okuduğu kitapları hatırladı. Neredeyse yüzlerce kitap okumuştu. Çoğu, babasının aldığı ikinci el kitaplar. Yırtılan yerlerini kendi hayal gücüyle tamamlardı. 
Derin bir gülümseme yerleşti yüzüne. O günlerde kurduğu hayalleri gerçek olmuştu. Okumuştu, hem de en iyi üniversitede. 
Hem okumuş hem çalışmıştı. Annesi okuma yazma bilmeyen bir Anadolu kadınıydı. Beraber o evin yükünü taşımışlardı yıllarca. Herkese sorumluluk vermişti annesi. Ne kadar da mutluyduk diye düşündü. "Hayattan bize de hep pay verirdi anneciğim. Azıcıktı aşımız, eksikti birçok şeyimiz, ama mutluyduk.” diye düşündü.
Sonra kızı geldi aklına. Her şeyi vardı, ne istese almışlardı ama hiç mutlu olmuyordu. Sürekli şikâyet ediyordu, okula da zorla gidiyordu. Tonla para harcanan özel bir okul, ekstra alınan özel dersler. Sanki suya yazı yazıyormuş gibi hissetti kendini. Daha iyi olması için yapılan her şeye rağmen, kızları gün geçtikçe daha kötüye gidiyordu. Su içmek için mutfağa bile gitmeye üşenen biri olmuştu. “Giderek kız kardeşime benziyor” diye iç geçirdi.
Kardeşi Aylin küçüklüğünden itibaren çok mutlu ve çok başarılı olmak isterdi. İyi bir üniversiteye giderse, iyi bir meslek sahibi olursa bu amacına ulaşacağına inananlardandı. Sınıf birinciliği, okul birinciliği derken şampiyon öğrenci… Okul hayatı hep birincilik doluydu.  Herkes ondan bahsediyordu, parmakla gösteriliyordu. O ise mutlu olacağı günü iple çekiyordu. İstediği bölümü de kazanmıştı. Uzay Mühendisliği…
Okulu başarıyla bitirdi. Çalışma hayatında da başarıya ulaşmıştı. Alanında en iyilerdendi. Ama hala aradığı mutluluğa ulaşamamıştı. Onu hiçbir şey tatmin etmiyordu.
En son konuşmalarını hatırladı: Babaannesinin sözlerini hatırlatmıştı kardeşine: “Yavrularım öyle iyi üniversitelere gitmekle iyi bölümler kazanmakla insan mutlu olamıyor. Önce sizin ruhunuz doymalı. Sonra diğerleri çorap söküğü gibi gelir.” diyordu. 
Babaannesi ne demek istiyordu? 
Ruh nasıl doyacaktı? İnsanın ruhunun doyması için ne yapması lazımdı?
Babaannesinin sesi hala kulaklarındaydı:
“Eskiden biz çok az kıyafete, az katığa sahiptik. Sofralar şimdiki gibi çeşitli değildi. Ayakkabı yerine kara lastik giyerdik. Olmayan aşımızı bile paylaşmayı bilirdik. O zaman insanlar şimdikiler gibi açgözlü değildi. Fındık bahçesinde ekşi ayrana mısır ekmeğini doğrar yerdik, işe devam ederdik. İşi olanın yardımına koşar, derdi olana derman olmaya çalışırdık. İmkânlar çok kıttı ama bu kadar eksikliğe rağmen yine de mutluyduk." 
“İnsanı mutlu eden imkânları değil belli ki” diye iç geçirdi. 
Kardeşi, ömrünün üçte birini uzay mühendisliğini kazanırsa mutlu olacağına inanarak harcamıştı. Sonra kendini düşündü. Eşiyle birlikte kızlarının her istediğini yaparlarsa, onları mutlu ederlerse, mutlu oluruz diye düşünmüşlerdi.
Ama hiç düşündükleri gibi olmamıştı. Kardeşiyle mutlu oldukları zamanları hatırladı. Üniversiteyi kazanmak için uğraşırken, o dönemlerde çektikleri yokluğu, aileye destek olmak için çalıştıkları dönemleri hatırladı. O zamanlar ne kadar da mutluydular. 


Eşi de onun gibi küçüklükten beri yokluklar içinde büyümüştü. Bir sohbetlerinde:
“Hiç yeni ayakkabı giymedim hep abimin ayakkabısı ile geçti çocukluğum.” demişti. Hatta ona alınan ilk pantolon artık abisinden uzun olduğu için alınmıştı, hem de liseye başlarken. Kışın okulda, yazın tarlada, bağda çalıştıklarını anlatmıştı. “Bazen aç yattığımız olurdu ama hiç o kadar mutlu ve huzurlu olduğumu hatırlamam.” demişti.
Kızı için bunu nasıl yapacaktı? Küçük şeylerle mutlu olan, kendileri gibi azimli, çalışkan, başarılı biri olmasını nasıl sağlayabilirdi? 
Cevap annesi, babası ve babaannesindeydi. Cevap kendi çocukluğunda gizliydi… “Mesele sevdiklerini imkâna boğmak değil, imkânsızlıkta en iyi işi çıkarmasını öğretmek” diye düşündü. 
"Annem nasıl başardı?" diye düşünmeye başladı. 
Şimdi geçmişe bakınca yaşadıkları onca eksikliğin, onları ne kadar marifetlendirdiğini fark etti… En önemlisi ise az imkânla mutlu olma becerisiydi. "Aslında bu kadar imkân çocuklarımızın isteğini ve marifetini elinden alıyor" diye düşündü.
Yarın bir gün ya yanında olamazsak?
Nasıl baş edebilir bu hayatla? 
Dezavantaj gibi gözüken eksiklik, aslında avantaj olabilir mi? 
İnsanı marifetli yapan şey, bir eksikliğinin olması olabilir mi? 
Ne kadar çok eksiklik varsa, insan o kadar çok marifetleniyor olabilir mi? 
Elindeki yıpranmış kitaba bakıp gülümserken telefonuna uzandı. Telefondaki annesinin sesi umudunu artırdı. 
“Güzel annem nasılsın? Bu yaz tarlada çalışmak için adama ihtiyaç var mı? Üç kişiyiz biz. Karın tokluğuna çalışırız” Gülüştüler, aynı çocukluğunda, akşam tarladan eve dönerken yaptıkları gibi…




Yorumlar

  1. Akıcı bir anlatım olmuş, tebrikler

    YanıtlaSil
  2. Yüreğinize, kaleminize sağlık. Gelen herşey avantaj mı dezavantaj mı? İyi değerlendirmeli artık.

    YanıtlaSil
  3. çok güzel bir yazı olmuş 🤗

    YanıtlaSil
  4. Yanıtlar
    1. Şifamız üretmek...Kaleminize sağlık.

      Sil
  5. Üretmezsek varlik içinde yokluk çekmeye devem edeceğiz sanirim.

    YanıtlaSil
  6. Azın bereketi var, çok oldukça aldığımız haz azalmaya başlıyor. Yemekte de öyle, kıyafette de öyle.😊

    YanıtlaSil

Yorum Gönder