Kim Kime Kıymet Veriyor?

Bir haftadır yolculuk için hazırlık yapıyordu Zeynep. Eşi Ahmet, iş seyahati için İtalya’ya giderken onu ve küçük kızlarını da yanında götürmeye karar vermiş, Vedat’lar da kalırız demişti. Ahmet’in çocukluk arkadaşı olan Vedat, eşi ve çocuklarıyla her Türkiye’ye gelişlerinde mutlaka onlarda kalır, onları da hep evlerine davet ederlerdi. Onca yıl sonra ilk kez Ahmet, onu ve kızlarını İtalya’ya götürüyordu. 

Zeynep, programlı hareket etmeyi çok severdi. Birkaç hafta öncesinden yolculuk için götüreceklerinin listesini hazırlamaya başlamıştı. Arkadaşlarının en sevdiği yerli yiyecekleri son gün alacaklardı. Hediyelerini hazırlayıp paketlemişti. İtalya’da kalacakları gün sayısınca giyecekleri kıyafetleri, eşinin eşyalarını, küçük kızlarının eşyalarını, diş fırçası, tarağı, kremi, aklına ne gelirse listeye ekliyordu. Genel olarak tedbirli olmayı severdi. O yüzden lazım olabilecek ne varsa koymaya çalışıyordu valize. Şimdiden valiz neredeyse dolmuştu. Boş yer de kalsın diye eşyaları daha büyük valize koymalı diye düşündü. Hazır yurtdışına çıkmışken alışveriş de yapmak niyetindeydi. En çok da küçük kızları Ceren’e kıyafet almak istiyordu. Yurt dışında çocuklar için çok fazla seçenek vardı.

Nihayet beklenen gün gelmişti. Valizler, sırt çantaları, el çantaları, her şey hazırdı. Pasaportlar, kimlikler, telefonlar, şarj aletleri… Hepsini tekrar kontrol etti. Ahmet’e de evle ilgili kontrolleri yaptırtmıştı. Elektrik kabloları prizlerden çıkarılmış, vanalar kapatılmış, saksıdaki çiçeklere su verilmiş, pencereler, balkon kapatılmış, komşuya acil bir durum olursa diye yedek anahtar bırakılmıştı.

“Her şey tamam Ahmet, çıkabiliriz. Erken çıkalım da, trafikte ne olur ne olmaz.”

Uçak yolculuğu bitip havaalanına iner inmez yabancılık hissetmeye başlamıştı Zeynep. Tabelalara bakıyor, kimi yazılanı anlıyor kimisini anlamıyordu. Her şey alıştığı tarzdan çok farklıydı. Zaten hayatında her alanda bir şeyin “yeni” olmasına zor alışırdı. Eskiyi daha oturtamamıştı ki yenisi olsun… Evlendikten sonra aynı şehir içinde bile farklı bir semte taşınmak zor gelmişti ona. 

Ahmet her zamanki gibi çok rahattı. Zaten Ahmet, dünyanın öbür ucuna gitse bile hiçbir yabancılık çekmez, sanki uzun yıllardır orada yaşıyormuş gibi hemen uyum gösterirdi.  Karşısında kim olursa olsun; yaşlı, genç, çocuk fark etmez, hemen iletişim kurar hatta kaynaşırdı. Zeynep’in ise Ahmet’in aksine, değişimlere adapte olması zaman alır, insanlarla arasına her zaman biraz mesafe koyardı. Böylesi daha rahattı onun için.

Kızları Ceren su içmek istedi. Havaalanında bir kafeye girdiler. Dolapta suya benzeyen şişeler vardı ama üzerlerinde farklı şeyler yazıyordu. Birbirlerine göre ne farkları var anlamadılar önce ama Ahmet her zamanki gibi sorunu çözmüştü. Zeynep, Ahmet’in sorunları anında çözme yeteneğine hayrandı. Eğer Ahmet yanımızda olmasaydı, su almayı bile beceremez, yüzüme ışık tutulmuş tavşan gibi ortada kalırdım, diye gülümsedi Zeynep.

“Bir su almak bile yabancı olduğun bir yerde ne kadar da zor. İyi ki yanımızdasın babası. Değil mi Ceren?”

Ceren hem su içiyor hem de kahraman babasına gülücükler atıyordu. Zeynep babasını küçük yaşta kaybettiği için, Ceren’in babasına hayran bakışlarında kendi küçüklüğünü görür gibi olurdu. Baba kız arasındaki bu sevgiye her şahit oluşunda, Zeynep hem hüzünlenir hem de mutlu olurdu.

Vedat, havaalanına onları karşılamaya gelmişti. Tanıdık bir yüz görmek Ceren’i de rahatlatmış, hemen koşup Vedat amcasına sarılmıştı. Vedat’ın arabasıyla yolda ilerlerken, bir yandan kocasıyla neşeli konuşmalarını dinliyor, bir yandan da camdan çevreyi seyrediyordu Zeynep. Yollar, binalar, dükkânlar, insanlar ne kadar farklıydı. 

Araba yavaşça durdu, belli ki gelmişlerdi. Arabadan inip arkadaşlarının evini görünce mest oldu Zeynep. Yeşilliklerin içinde, kendine ait bir bahçesi olan, geniş, güzel bir evdi. O kadar doğa ile iç içeydi ki ev, çevresiyle bütünleşmişti adeta. İstanbul’da yaşadıkları apartman dairesi ile kıyaslayınca, böyle bir evde yaşadıkları için ne kadar da şanslılar diye düşünmekten kendini alamadı. Sakinliği, doğayı, yeşilliği, temiz havayı, toprağı çok severdi Zeynep. 

“Buralar tam benlikmiş, yaşamak için ne kadar güzel bir yer değil mi Ahmet?”

“Öyleymiş gerçekten, etraf kartpostal gibi.”

Birkaç gün içinde Ahmet işlerini tamamladı. Sonrasında hep birlikte gezdiler, alış veriş yaptılar, yediler, içtiler, eğlendiler. Yeni yerler, yeni bir dil, yeni bir kültür, her şey çok farklıydı Zeynep için. Ama yine de Zeynep burada geçirdiği her andan büyük keyif alıyordu. Bunda Vedat’ın eşi Şilan’ın büyük payı vardı. Şilan, Zeynep’i çok iyi tanıdığı için onun hoşlanacağı yerleri seçiyor, ona göre plan yapıyordu. 

Evin arka bahçesinde bir havuz bile vardı. Ne güzel bir imkân dedi Şilan’a. 

“Güzel ama geçen yaz ne çocuklar ne de Vedat, hiçbiri doğru düzgün kullanmadı biliyor musun? Boşu boşuna temizletip duruyoruz.”

“Aaa gerçekten mi? Keşke bizim de böyle bir imkânımız olsa. Ceren yüzme öğrensin diye, biz de arabayla yüzme havuzuna götürüyoruz. Ücreti çok pahalı sayılmaz ama trafikte git gel zaman alması yorucu oluyor.”

Evin içi oldukça büyüktü, öyle ki evde herkes birbirinden bağımsız yaşıyordu. Ne evlerinin ne de etraflarının güzelliği, imkânları onlar için bir şey ifade etmiyor gibiydi. Buna alıştıkları için mi bu kadar kayıtsızdılar acaba?

Geldikleri ilk gün, üst kattan bağırma sesleri duymuşlar, Zeynep de tedirgin olup Şilan’a kim kavga ediyor diye sormuştu.

 “Problem yok. Bizim küçük oğlan bağırıyor merak etme. Bilgisayarda oyun oynarken kendini kaybedip, sinirleniyor da.”

Çok şaşırmıştı Zeynep. Evin iki oğlu ne aşağı inip bir merhaba demiş, ne de anne babası çocukları çağırıp onların geldiğini haber vermişti. Ne sabah ne de akşam, çocuklar evde olmalarına rağmen sofraya gelmiyor, anne babaları da ısrar etmiyordu. İsteyen tabağına yemeğini koyup, odasına çekilip kapısını kapatıyordu. Çocukları küçüklüklerinden beri tanıyorlardı. Gerçi son yıllarda tatillerini aileleriyle değil arkadaşlarıyla yapıyorlardı. Son iki yıldır Zeynep’lere de gelmemişlerdi. İki çocuk da büyümüş, çok değişmiş, bambaşka biri olmuşlardı. 

Akşam yemeğinden sonra Vedat ve Ahmet, şöminenin karşısındaki koltuklara oturmuş çay içip, sohbet ediyorlardı. Ceren yeni aldıkları oyuncaklarıyla kendi halinde oynuyorken, Şilan da Zeynep’in getirdiği o çok sevdiği Türk kahvesini hazırlamış, ikisi için fincanlara koyuyordu. Erkekler çaycıydı, hanımlar kahveci.

Şilan, nasıl buldun İtalya’yı diye sordu.

“Çok güzel, çok beğendim gerçekten. Peki ya siz? Alıştınız mı buralara?”

“İyi tarafları olduğu gibi kötü tarafları da yok değil. Aslında hayatta hiçbir şey tek yönlü olmuyor. Sevdiğin şeylerin içinde sevmediğin yönleri de oluyor. İmkânlar güzel ama sevdiklerimizden uzağız. Keşke buradaki imkân orada olsa da, memleketimiz de yaşasak diyoruz bazen. Yemeklerimizi bile çok özlüyoruz. Daha konforlu yaşıyoruz ama o samimiyeti özlüyoruz. Burada görüştüğümüz insanlar kısıtlı. Çocuklarımız gün geçtikçe bizden uzaklaşıyor. Büyüyorlar diye bu durumu kabullendik artık.” Zihnindeki o kilit kelime tam olarak buydu Zeynep’in. Her şey güzeldi ama eksik olan bir şey vardı. 

Samimiyet

Hayatta mutluluğun, daha fazla imkâna sahip olmaktan geçtiğini düşünürdü Zeynep. Birçok insan da böyle olduğuna inanıyordu. Aslında öyle değilmiş diye geçirdi içinden. Ne kadar çok şeye sahip olduğun değil, önemli olan sahip olduklarının sana ne kadar temas ettiği…

Çocukken, 5 kişilik arabaya 8 kişi sıkışıp gittikleri yaz tatillerinde, kaldıkları çadırda, beş yıldızlı oteldeymiş gibi keyfi alırlardı ailecek. Yenilen yemeklerin, oynanan oyunların, sohbetlerin tadı bambaşkaydı. Çünkü samimiyet vardı. İmkânları çok azdı ama zamanlarını kıymetlendirebiliyorlardı.

Vedat ve Şilan, çocuklarıyla aynı evi paylaşıyorlardı ama aynı evin içinde yaşayan yabancılar gibi olmuşlardı. Onların bu durumuna üzülüyordu Zeynep. Çocukların hal ve hareketlerinden anladığı, evi bir otel, babalarını finansör, annelerini de temizlikçi ve aşçı gibi görüyorlardı. Aynı sofrada bile bir araya gelmeyen, birlikte zaman geçirmeyen, konuşmayan, gülmeyen bir aileye aile denebilir miydi?  

Bir kitapta okuyup, etkilendiği bir söz aklına geldi:

“Kimi insan vardır güzel mekânlarda olduğu yeri kötüleştirir, kimi insan vardır kötü mekânlarda olduğu yeri güzelleştirir…”

Zeynep küçük kızı Ceren’e baktı. Elindeki oyuncağı almış babasına gösteriyordu. Ahmet, kızı ve onun oyuncağına ilgi göstermiş, birkaç güzel söz söylemişti. Ceren yüzünde mutlu bir ifadeyle oyuncaklarının yanına dönmüştü. Zeynep sorusunun cevabını bulmuştu. Ne mekân ne de imkân, insanı kıymetlendirmiyordu. Kim kime kıymet veriyorsa o kıymetlenecek, işte o zaman bir aile olacaktı.

“Kıymetlendirmeyeceğin hiçbir kıymete el sürme…”




Yorumlar

  1. Oysa ki senelerce imkan arttırma peşinden koştuk 😔.
    Çok güzel bir yazı olmuş emeklerinize sağlık.

    YanıtlaSil
  2. Genel olarak hepimizde bir yanılgı var imkan artınca mutlu olacağımızı zannediyoruz O yüzden mutsuzuz zannediyoruz gerçekten çok güzel anlatmışsınız elindekini kıymetlendirebilmek çok önemli bir mesaj teşekkürler emeğinize sağlık 👏🌸

    YanıtlaSil
  3. Kıymeti kadar kıymetlenenler...

    YanıtlaSil
  4. İnsanları hayatta kıymeti hem miktara bağlıyor aslında ve mutluluğu o miktara esitliyor ne kadar yanıltıcı bir algı olduğunu kesfettiginde de kahroluyor kaybettiği zamana

    YanıtlaSil
  5. Ne mekan, ne imkan insanı kiymetlendirmiyor. Kaleminize sağlık.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder